Hakim diyor ki, İmam-ı Sadık'a (as) "İlhadın en alçak derecesi nedir?" diye sordum. Şöyle buyurdu: "İlhadın en aşağı ve alçak derecesi kibirdir." (*)
(*) Vesail, Kitabul-Cihad, bab-ı Tahrimi'1-Kibr- Kafi, C. 2., Kitabul-îman ve'1-Küfr, babu'1-Kibr, 1. hadis.
ŞERH
Kibir öyle bir nefsani halettir ki, insanı kendisinin büyük ve yüce olduğuna inandırmakta ve dolayısıyla da diğer insanlara karşı büyüklük taslamaya teşvik etmektedir. Kibrin eseri ise insandan sadır olan ameller ve dış alemde zuhur e-den belirtileridir. Nitekim 'şu şahıs tekebbür ediyor" derler. Bu sıfat, ucbdan başka birşeydir. Belki önceden de zikredil-diği gibi bu çirkin sıfat ve habis, rezil haslet ucbun semere ve ürünü konumundadır. Zira ucb kendini beğenmişliktir. Kibir ise başkalarına büyüklük ve üstünlük taslamaktır. İnsan kendisinde bir kemal ve üstünlük görünce öyle bir naz ve işve içine girer ki, buna ucb derler.
Aynı şekilde diğerlerinin bu kemalden yoksun olduğunu zannedince de onlardan üstün ve mukaddem olduğu nazarına gelir, işte bu nazardan diğerlerine karşı büyüklük ve üstünlük taslama haleti ortaya çıkar ki buna da "kibir" derler. Bunların hepsi de insanın kalbinde ve bâtınında vaki olmaktadır. Ama eser ve belirtileri dışarıya yansımakta, hariçte zuhur etmektedir. Bu ister beden heyeti, ister fiiller ve isterse de kavil ve sözlerde olsun farketmez, hepsi de kibirdir.
Bilcümle sadece kendini düşünen egoist insan bencil olur, bencillikte aşın gidince kendini beğenmeye başlar ve kendini beğenmişlikte de ifrata varınca başkalarına karşı üstünlük taslamaya kalkışır.
Bil ki nefsanî sıfatlar (ister noksanlık ve rezail cihetinden olsun ve isterse de kemal ve fezail) oldukça dakik ve karmaşık bir şeydir. Dolayısıyla da bazıları ile diğer bazıları arasında belirli bir fark ve ayrıcalık tesbit edebilmek oldukça zordur. Çoğu kez büyük alimler arasında bu nefsanî sıfatların sınırlandırılması hususunda oldukça şiddetli ihtilaflar bile başgöstermiştir. Belki de vicdanî sıfatları noksansız bir şekilde tarif edebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla da bu işleri vicdanın bizzat kendisine havale edelim, kendimizi birtakım mefhum ve ıstılah üretimi kaydından kurtararak asıl maksat ve meramımızdan uzaklaşmamaya çalışalım.
Velhasıl bilmek gerekir ki kibrin de, ucb için zikrettiğimiz derecelere benzer birtakım derece ve mertebeleri vardır. Ucb'da da bir benzerinin olduğu ve orada sırf önemli olmadığından zikretmediğimiz bazı dereceleri, buradaki önemine binaen zikredeceğiz. Ama ucbda zikredilenlerin bir benzeri altı dereceden ibarettir.
Kibrin derecelerinden biri insanın iman ve hakk inançları sebebiyle tekebbür etmesidir ki, bunun da mukabilinde küfür ve batıl inançları sebebiyle insanın tekebbür etmesi yer almaktadır.
Kibrin diğer bir derecesi de insanın üstün melekeler ve övülmüş sıfatlan sebebiyle tekebbür etmesidir ki, mukabilinde insanın ahlakî rezillikler ve uygunsuz melekeleri sebebiyle tekebbür etmesi yer almaktadır.
Kibrin bir diğer derecesi de insanın kendi menasik ibadetler ve salih amelleriyle tekebbür etmesidir ki, mukabilinde insanın günahlar ve kötü amelleriyle tekebbür etmesi yer almaktadır. Bunlardan her biri nefste var olan ucb derecesinden kaynaklanmış olabileceği gibi, başka birtakım sebepleri de olabilir ki, bundan sonra ona işaret edilecektir.
Ama burada özellikle üzerinde durmak istediğimiz insanın haseb, neseb, mal, evlad, siyadet, riyaset vb. birtakım haricî şeyler sebebiyle tekebbüre kalkışmasıdır. Aynı şekilde Allah'ın izniyle birkaç faslın zımmında kibrin rezil fesadları ile, gücümüz yettiği bu fesadların ilacına da işaret etmeye çalışacağız. Allah Teala'dan kendime ve okuyuculara tesir etmesini taleb ediyorum.
Fasıl
Kibrin Dereceleri
Bil ki, kibrin başka bir itibarla bazı dereceleri daha vardır.
Birincisi: Allah Teala karşısında kibirlenmek
İkincisi: Enbiya, resuller ve evliya (salavatullahi aleyhim) karşısında kibirlenmek.
Üçüncüsü: Allah Teala'nın emirleri karşısında kibirlenmek ki bu da Allah'a kibirlenmeye dönmektedir.
Dördüncüsü: Allah'ın kullarına kibirlenmek ki, marifet ehli indinde bu da Allah'a kibirlenmeye dönmektedir.
Ama hepsinden daha kabihi, helak edicisi ve üstün derecesi, Allah Teala'ya kibirlenmektir ki bu, küfür ve fücur ehli ile uluhiyet iddiasında bulunan kimselerde peydahlanmaktadır. Bazen bunun bazı numuneleri diyanet ehli kimselerde de görülmektedir, ancak zikri münasib değildir. Bu, cehaletin, bilgisizliğin, mümkünün kendi haddini ve vacibu'1-vücu-dun makamını bilmemesinin sonucudur.
Ama enbiya ve evliyaya kibirlenmek, enbiya zamanında oldukça fazla vaki oluyordu. Allah Teala onların şöyle dediğini haber veriyor: 'Biz, bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz?" (*)
Ve bu dinin ehli olanlara şöyle diyorlardı: "Ve bu Kur'an dediler, iki şehirden birinin en büyük en ileri gelen adamını inseydi ne olurdu?" (**)
(*) Mü'minun, 47.
(**) Zuhruf, 31.
Sadr-ı İslam'da Allah'ın evliya kullarına kibirlenmek oldukça fazlaydı. Günümüzde de İslam ile süslenen bazı kimselerde örnekleri mevcuttur.
Ama Allah'ın emirleri karşısında kibirlenmek bazı günahkar kimselerde peydahlanmaktadır. Bu tür bir insan, mesela ihram elbisesi ve benzeri amellerini kendine yakıştıramadığı için haccı bile terketmektedir. Secde etmeyi gururuna yediremediği için namazı terketmektedir. Bazen mena-sik, ibadetler, ilim ve diyanet ehli kimselerde de bu durum görülmektedir. Mesela tekebbüre kapıldığından ezanı terke-der ve kendisi gibi veya kendisinden aşağı olan kimselerden hak bir söz bile işitmeyi asla kabullenmez.
Bazen de olur ki, insan herhangi bir meseleyi kendi dost veya arkadaşlarından duyunca büyük bir şiddetle reddeder ve bu sözün sahibini kınar, şiddetle eleştirir. Ama aynı meseleyi bir din büyüğünden işitince hemen kabullenir. Hatta ilk önce ciddi bir şekilde reddedip sonra da ciddi bir şekilde kabul ediyor da olabilir. Bu şahıs,hakkın talibi değildir.Sahip olduğu tekebbür, hakkın üzerine perde örtmektedir. Büyüklere yaltaklanmak -ki övülmüş tevazu sıfatından başka birşeydir- onu sağır ve kör kılmıştır.
İşte bu tekebbür yüzünden, kendi makamına yakıştıramadığı bazı ilim ve kitapları tedris ettirmeyi, zahiren hiç bir unvanı olmayan kimselere veya sayısı az olan bir cemaate ders vermeyi, küçük mescid-lerde cemaate katılmayı ve Allah'ın rızasının onda olduğunu bilse bile az bir topluluk ve cemaatle kanaat etmeyi dahi ter-ketmekte, şiddetle reddetmektedir. Hatta bazen bu mesele o kadar dakik ve zarif olmaktadir ki, bu sıfatın sahibi bile amelinin kibir bir hulkü üzerine olduğunu anlayamamaktadır. Meğer ki kendi nefsini ıslah etmeyi istesin ve nefsin hile ve desiseleri hususunda oldukça dakik ve dikkatli davranmış olsun.
Ama Allah'ın kullarına daha da kötüsü ilahî alim ve bilginlere tekebbür etmenin fesadı hepsinden daha çok ve zararı hepsinden daha fazladır. Fakirlerle oturmaktan çekinmek, meclis ve mahfillerde amel ve davranışlarda daima önde bulunmayı istemek işte bu kibirden kaynaklanmaktadır. Ve bu, ayan ve eşref takımından tut, alimlere ve konuşmacılara, zenginlerden tut fakirlere kadar -Allah'ın hıfzettiği kimse hariç- birçok insan arasında yaygın ve revaç halindedir. Bazen tevazu, yaltakçılık ve tekebbürü birbirinden ayırabilmek oldukça zordur. İnsan Allah Teala'ya sığınmalıdır ki, kendisine hidayet yolunu göstersin. İnsan kendisini ıslah etmek isterse ve maksuda doğru hareket edecek olursa Hakk Tea-la'nm mukaddes zatı kendi geniş rahmetiyle ona hidayet ve kılavuzluk eder ve bu seyri onun için oldukça kolay ve rahat bir hale getirir.
Fasıl
Tekebbürün Asıl Sebebi
Kibrin birçok sebebi vardır ve bu sebeplerin hepsi de aslında bir şeye dönmektedir. İnsan, kendisinde bir kemalin bulunduğunu vehmedince ucba kapılır, bu, nefs sevgisiyle de karışınca başkalarının kemalini görmesine hicab teşkil eder ve dolayısıyla da onların kendisinden çok geride ve nakıs olduklarını zanneder. Bu da neticede kalbî veya zahirî büyük-lenmeye sebep olmaktadır. Mesela bazen irfan alimlerinde vücuda gelmektedir. Bir kimse kendisini marifetler ve şuhud ehli kabul etmekte, kalb ehli ve geçmişi güzel kimselerden olduğunu zannetmektedir. Başkalarına büyüklük ve üstünlük taslamaktadır.
Filozof ve hükemayı kışrî (kabukçu) fakih ve muhaddisleri ise zahirî ve halkı da hayvan gibi görürler. Allah'ın tüm kullarına hakaret ve tahkir gözüyle bakarlar. Bu zavallı, "fena fillah" ve "beka billah" lafını edip tahakkuk davulunu çaldığı halde böyle tasavvur etmektedir. Halbuki ilahî marifetler, insanın Allah'ın kullarına güzel bir gözle bakmasını iktiza etmektedir. Eğer marifetullah'm kokusunu dahi almış olsaydı, hakkın cemal ve celalinin maz-harlarma tekebbürde bulunmazdı. Nitekim beyan ve ilim makamında kendisi de kendi haletinin hilafını tasrih etmektedir. Bütün bunlar aslında kalbine marifetlerin girmemiş olmasından ve bu zavallının daha iman makamına dahi ermeden irfan makamından dem vurmasından ve irfandan hiçbir nasibi olmadığı halde tahakkuk''tan söz etmesinden kaynaklanmaktadır.
Bazen filozoflar arasında da bazı şahıslar ortaya çıkmaktadır ki, kendilerini burhan ve hakikatlerin alimi bildiklerinden ve Allah'a, melaikeye, resullere ve kitaplara yakîn eden kimselerden olduklarını düşündüklerinden dolayı diğer insanlara hakaret gözüyle bakarlar ve diğer ilimleri ilim olarak bile değerlendirmezler. Tüm insanların ilim ve imandan yana nakıs olduğunu düşünürler. Bu yüzden de kalplerinde onlara karşı kibirlenir ve zahirde de onlara karşı tekebbür ile muamelede bulunurlar.
Halbuki rububiyet makamı ve mümkünün fakirliği hususunda ilim sahibi olmak bunun tersini gerektirmektedir. Aslında filozof, mebde ve meada, (evvel ve sona) var olan ilmî vasıtasıyla tevazu melekesine sahip olan kimse demektir. Allah Teala Lokmana hikmet verdi. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de o büyük zatın kendi oğluna şöyle nasihatta bulunduğunu haber vermektedir: "Ululanıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde kendini beğenerek kibirle yürüme. Şüphe yok ki, Allah ululanıp övünenlerin hiç birini sevmez." (*)
(*) Lokman Suresi, 18.
İrşad, tasavvuf ve nefs tehzibi iddiasında bulunan kimseler arasında da bazı şahıslar çıkar ki, halka karşı kibirlenir, tekebbür ederler, alimlere, fakihlere ve onlara tabi olan kimselere karşı kötümser olurlar. Alim ve filozoflara dil uzatır, kendilerinin ve kendilerine bağlı olan kimselerin dışındakilerin helak ehli olduklanna inanırlar. "Eli ilimden boş olduğu için de ilimleri yol dikeni sayar ve ilim ehlini de salikin yolunun şeytanı kabullenirler. Halbuki kendi makamlarını iddia ederken bütün bu sözlerin iktizasının hilafını söylemekteler. İnsanların hidayetçisi ve sapıkların mürşidi olan kimselerin, insanı helak eden şeylerden müberra olması gerekir.Dünya-dan geçerek Hakkın cemalinde fani olması, Allah'ın kullarına tekebbür etmemesi ve onlara karşı kötümser olmaması gerekir.
Fakihler, fıkıh ve hadis alimleri ve talebeleri arasında da bazen öyle kimseler çıkmaktadır ki, diğer insanlara tahkir gözüyle bakmakta, onlara karşı üstünlük taslamakta ve kendisini bütün ikram ve büyüklüklere müstehak bir kimse olarak bilmektedir. Tüm halkın kendisine itaat etmesi gerektiğini ve dediği her şeyin harfi harfine yerine getirilmesi lazım geldiğini tasavvur etmektedir. Kendisinin de; "O yaptıklarından sorulmaz, fakat onlardır sorumlu olanlar." (*) olduğunu zannediyor.
(*) Enbiya Suresi, 23.
Kendisi ve kendisi gibi olan bir kaç kişi dışında hiç kimsenin cennete giremeyeceğine inanır. Çeşitli ilimlerin mensuplarından söz edilince onlara hemen dil uzatır, kâfi ölçüde nasiplenmediği kendi ilminin dışındaki tüm ilimleri görmeden, ölçüp-biçmeden tardetmeye kalkışır ve insanın helak sebepleri olduğunu söyler. Ulema ve sair ilimleri cehalet ve bilgisizliği yüzünden tardeder ve onları böylesine tahkir edip aşağılamasını da dinî bir vecibeymiş gibi gösterir. Halbuki ilim ve diyanet, böylesi davranış ve ahlaktan münezzeh ve müberradır.
Herhangi bir hususta ilmi olmadan görüş izharında bulunmayı mutahhar şeriatımız haram kılmış ve müslümana ihtiramı farz kılmıştır. Bu zavallı ise din ve ilimden habersiz Allah ve Rasulünün kavlinin hilafına davranmış, ama buna dinî bir şekil vermeye çalışmıştır.Halbuki halef ve selef alimlerinin siyer ve adeti asla bu olmamıştır.
Şer'î ilimlerin hepsi de alimlerin tevazu sahibi olmaları gerektiğini ve tekebbürü kalplerinden söküp atmaları lazım geldiğini söylemektedir. Aslında hiç bir ilim tekebbüre sebep olmaz ve tevazuya muhalif değildir. Bundan sonra, bu şahısların ilminin amellerine muhalif olmasının sebebini beyan etmeye çalışacağım. Tıp, matematik ve tabiî ilimler ile elektrik ve mekanik gibi dakik ve kompleks ilimlerin sahibi kimselerde de büyüklük taslama hastalığı bazen peydahlanmaktadır. Bunlar da diğer alimleri değersiz kabul etmekte ve ehline tahkir nazarıyla bakmaktadırlar. Bunlardan herbiri, asıl ilmin kendi yanlarında bulunan ilim olduğunu düşünürler. Zahirde ve kalplerinde insanlara kibriyalık taslamaya kalkışırlar. Halbuki ilimleri bunu gerektirmemektedir.
İlim ehli olmayan bazı menasık ve ibadetler ehli de insanlara bazen tekebbür etmekte onları hakir görmekte ve tahkir etmektedirler. Bunlar da sair insanları ve hatta alimleri dahi necat ehli olarak kabullenmezler. İlimden bahsedilince, "amelsiz ilmin ne faydası var? Aslolan ameldir" derler. Özellikle de kendi meşgul oldukları amele oldukça ehemmiyet verirler ve tüm insanlara kibir ve ucb nazarıyla bakarlar. Halbuki hakiki ibadet ve ihlas ehli olmuş olsalardı amellerinin kendilerini ıslah etmiş olması gerekirdi. Namaz, insanı fesad ve münkerden alıkoymakta ve mü'minin miracı konumunda bulunmaktadır. Bu, elli yıllık namaz kılan, farz ve müstehab amellerini yerine getiren zavallı, ilhad olan kibre ve diğer fesadlardan daha büyük olan ucba mübtela olmuş ve şeytana ve şeytanın hulkuna daha da bir yakınlaşmıştır. İnsanı kötülükten nehyetmeyen ve kalbi korumayan namaz (belki kesret ve çokluğu sebebiyle kalbi zayi' bile edebilen namaz) namaz değildir. Oldukça ehemmiyet ve önemle kıldığın halde seni şeytana ve kibirden ibaret olan şeytanî sıfata yakınlaştıran namaz, aslında namaz değildir. Namaz asla bu gibi şeyleri iktiza etmemektedir. Bunlar ilim ve amelden hasıl olan kibirdendir.
Bunların dışında hasıl olan benzeri şeyler de aslında insanın kendisinde bir kemal görmesi ve başkalarının bu kemalden yoksun olduğunu düşünmesi neticesinde vücuda gelmektedir. Mesela haseb ve neseb sahibi bir kimse böyle olmayan kimseye karşı tekebbür etmektedir. Veya cemal ve güzellik sahibi kimse de böyle olmayan veya böyle olmak isteyen kimseye karşı kibirlenir, tekebbürde bulunur. Veya tabiîleri, taraftarları, dostları, kabilesi, talebeleri ve benzeri şeyleri olan kimse de bundan yoksun olan bir kimseye karşı tekebbürde bulunur. Demek ki genel olarak kibrin sebebi, insanın kendisinde hayalî bir kemal görmesi, bu sebeple ucba kapılması ve başkalarını bu sıfattan ve kemalden yoksun bil-mesindendir. Hatta bazen fasid ahlak ve çirkin ameller sahibi kimseler de başkalarına karşı tekebbürde bulunur. Zira kendisinde var olanı kemal olarak değerlendirmektedir de ondan.
Bil ki kibir sıfatına sahip olan kimse bazen bazı cihetlerden ötürü kibir izharında bulunmaktan sakınır, el çeker. Bunu hiç kimseye belli ettirmez. Ama bu habis ve alçak ağaç, kalbinde kök salmıştır. Bu yüzden de kişi tabii halini kaybedince hemen ortaya çıkar. Mesela kızdığında ve öfkelendiğinde hemen kibriya ve azamet izharında bulunur ve ilim, amel veya sahib bulunduğu diğer şeylerini diğerlerinin yüzüne vurur ve onunla iftihar eder.
Bazen de kibrini açığa vurur ve dış cihetlerin hiç birine itina göstermez. Kibrinin şiddeti, onu ipini koparmışa döndürür. Velhasıl bazen kibir, ameller, hareketler ve sekenat-larda da zuhur eder. Mesela meclislerde daima baş köşede olmaya, giriş-çıkışta diğerlerinden önde bulunmaya çalışır. Fakirleri kendi meclisine koymaz, onlarla oturmaktan, meclis kurmaktan şiddetle kaçınır. Kendisi için bir harim ve do-kunmazlığa kail olur.
Yol yürümek, bakmak, halkın sorunlarını cevaplandırmak ve benzeri amellerinde tekebbürde bulunur. Bu hadisin şerhinde yeralan meselelerin aslını kendisinden alıp tercüme ettiğimiz bazı muhakkikler diyorlar ki; "Alimde kibrin en düşük ve alçak derecesi insanlardan yüz-çevirmesi ve onlara hakkıyla teveccüh etmemesidir. Abidde ise insanlara surat asması, yüzünü ekşitmesidir." Adeta inanlardan uzaklaşıyormuş veya onlara gazaplanıyormuş gibi bir hali vardır. Ama bu zavallı, vera'nm (günahlardan sakınmanın); alında, alnın kırışıklarında, suratını asmasında, başkalarından yüzcevirmesinde, halktan uzaklaşmasında, boynunu büküp başını aşağı salmasında ve kendisine şöyle bir çekidüzen vermesinde olmadığını, tam tersine kalpte olduğunu bilemiyor. Peygamber (sav) göğsüne işaret ederek; "takva buradadır" buyurmuştur.
Bazen de kibir insanın dilinde zahir olur, başkalarına karşı övünür, iftiharda bulunur ve nefsini temize çıkarmaya çalışır. Abid kimse iftihar makamında, "ben falan işleri yaptım" der, başkalarının bu hususta nakıs olduğunu düşünür ve kendi amellerini büyük sayar. Bazen de diliyle açıkça bunu tasrih etmemektedir; ama bu sözlerinin lazımesi ve gereği, nefsin tezkiye edilmesi ve temize çıkarılmasıdır. Alim ise diğerlerine, "Sen ne biliyorsun? Ben falan kitabı bilmem kaç defa okudum. Yıllar yılı ilmî camiada hazır bulundum. Bir sürü üstad ve büyük şahsiyetleri gördüm, ne kadar zahmet çektim. Bunca kitap yazdım. Tasnif ve teliflerim var vb..." şeyler söyler. Velhasıl nefsin şer ve hilelerinden Allah'a sığınmak gerekir.
Fasıl
Kibrin Fesadları
Bil ki, bu uygunsuz ve çirkin sıfatın hem bizzat kendisi birçok fesadları haizdir ve hem de birçok fesadlarm vücuda gelmesine sebep olmaktadır. Bu rezil sıfat, insanı zahirî ve batmî kemal ile dünyevî ve uhrevi nasiblerinden de mahrum kılmakta, alıkoymaktadır. Çoğu kere buğz ve düşmanlık vücuda getirmekte, insanı başkalarının gözünden düşürmekte ve değersiz kılmasına sebep olmaktadır. Diğer insanları kendisine aynı şekilde karşı koymaya ve onu hor görmeye ve tahkir etmeye zorlamaktadır.
Kafi'de yer alan bir hadiste İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur: "Her kulun başının üstünde bir dizgin ve yular vardır ve bir melek de onun dizginlerini elinde tutmaktadır. Tekebbür ettiğinde melek o şahsa, 'Alllah seni aşağı indirir. Çabuk aşağı in' der. Velhasıl o kendi nazarında insanların en büyüğüdür. Ama halkın nazarında ise insanların en değersiz ve küçük olanıdır. Tevazu ettiğinde ise onun başının üzerinde var olan dizginlerden tutup çekerek ona, 'büyük ol, Allah Teala seni büyük ve yüce kılar' der. Bu ise kendi yanında insanların en küçüğü, halkın nazarında ise insanların en büyüğü ve yücesidir."
Ey aziz, sende olan akıl diğerlerinde de var. Eğer sen tevazu gösterecek olursan,mecburen halk da sana ihtiram gösterecek ve seni büyük tutacaktır. Ama eğer tekebbür edecek olursan hiçbir yere varamazsın. Ellerinden gelse seni hor ve hakir eder ve sana hiç mi hiç itina göstermezler. Birşey yapmasalar bile kalplerinde hor, gözlerinde zelil ve hiçbir makamı olmayan bir kimse haline gelirsin. Sen tevazu ile halkın kalplerini fethetmeye çalış, kalpler sana yönelince hemen eserlerini zahir eder ve eğer kalpler senden yüzçevirecek olursa o zaman da senin istediğinin tersine birtakım eserler zahir edecektir.
Öyleyse sen farzen ihtiram delisi ve büyüklük isteyen bir kimse dahi olsan, mutlaka insanlarla iyi geçinmek ve tevazu göstermek zorundasın. Tekebbürün neticesi senin maksud ve taleb ettiğin şeylerin tam tersidir. Öyleyse dünyevî hiç bir neticesini alamadığın gibi, belki beklediğinin de tam tersini göreceksin. Üstelik bu haslet ve hulk insanın ahirette de hor ve zelil olmasına sebep olmaktadır. Bu alemde insanları hakir gördün, onlara büyüklük tasladın, azamet, celal, izzet ve haşmet izharında bulundun, bütün bunların ahiretteki suret ve tecesümü, zillet ve horluktur. Nitekim Kafî'de yer alan şu hadis-i şerif de bu meseleye işaret etmektedir: 'Davud b. Ferkad'ın kardeşi diyor ki, Hz. Sadık'ın (as) şöyle buyurduğunu işittim: (Ahirette) Mütekebbirler zayıf karıncalar halinde tecesüm edecekler ve insanlar, Allah Teala hesaptan el çekinceye kadar onları ayakları altında çiğneyecektir.." (*)
(*) Kafi, C. 2., Kitabu'1-İman ve'1-Küfr, Babu'1-Kibr, 11. hadis.
Hz. Sadık'ın (as), kendi ashabına ettiği vasiyet ve tavsiyelerinde de şöyle yer almıştır. "Azamet ve kibir izharından sakının. Zira kibir Allah'a (cc) mahsustur. Bu hususta Allah'a niza etmeye kalkışanı ise Allah Teala kıyamet gününde zelil ve hakir kılar." (1) Allah Teala'nın zelil ettiği bir kimseye ne yapacağını ve onu ne gibi bir hale koyacağını ise bilemiyorum. Zira ahiret işleri ile dünya işleri arasında büyük farklılıklar vardır. Ahiretteki zillet, dünyadaki zilletten bambaşka birşeydir. Nitekim o alemin nimet ve azabı da buraya göre farklıdır.Nimetleri bizim tasavvurlarımızın çok üstünde, idrakimizin ötesindedir. Hakeza ashabı da öyle.. Kerameti de bizim hayal ettiğimizden başka birşeydir ve mütekebbir insanın işlerinin akıbeti ise cehenneme varmaktır. Bir hadis-i şerifte de yer almıştır ki, "kibir ateşin bineğidir." (2)
Kibir bineğine binen bir kimseyi ise bineği ateşe götürür ve onda bu sıfattan en küçük bir eser olduğu müddetçe de cennet yüzünü göremeyecektir. Nitekim Rasulullah (sav)'tan şöyle nakledilmiştir: "Kişi, kalbinde hardal tanesi kadar dahi kibir olduğu müddetçe cennete giremez." (3)
İmam Bakır ve İmam Sadık (aleyhima's-selam) hazretleri de buna yakın izharlarda bulunmuştur.Nitekim Kafî-i Şerifte yer alan bir hadiste Hz. Bakır (as) şöyle buyurmaktadır: "İzzet ve kibriya Allah'a mahsustur. Bunlardan birşeye sahip olmaya kalkışanı Allah Teala yüzüstü cehenneme atar." (4) Üstelik mütekebbirler için hazırlanan cehenem ile sair insanlar için hazırlanan cehennem arasında da büyük farklılıklar vardır. Daha önceden de tercüme ve naklini yaptığımız, insanın belini kıran mezkur hadis yeterlidir ve burası mahalli olduğundan yeniden naklediyoruz.
(1) Vesailu'ş-Şia, C. 11., Ebvabu Cihadi'n-Nefs, Babi'l-Tahrimi'l-Kibr, 9. hadis.
(2) Aynı eser, 14. hadis.
(3) Vesailu'ş-Şia, C. 11., Ebvabu Cihadi'n-Nefs, Babu'1-Haddi't-Te-kebbür, 6. ve 7. hadisler.
(4) Vesailu'ş-Şia, C. 11., Ebvabu Cihadi'n-Nefs, Babu Tahrimi'1-Kibr, 2. hadis.
Hadis oldukça muteber hir hadistir. Hatta sahih hadisler gibidir. İbn-i Bekir, Hz. Sadıktan (as) naklediyor ki, Hazret şöyle buyurdu: "Şüphesiz cehennemde mütekebbirler için bir vadi vardır ki adına sakar derler. Bir defasında hararetinin şiddetinden Allah (aze ve cellejye şikayette bulundu. Ve Allah'tan bir nefes alabilmek için kendisine izin vermesini istedi. (Allah Teala da ona izin verince) bir nefes aldı ki cehennem yandı." (*)
(*) Vesailu'ş-Şia, C. 11., Ebvabu Cihadi'n-Nefs, Babu Tahrimi'l-Kibr, 6. hadis.
Kendisi azab yurdu olmasına rağmen hararetten şikayette bulunan ve nefesiyle de cehennemi yakan yerden Alah'a sığınırım, ahiretteki ateşin hararetini, şiddetini bu alemde idrak edemeyiz. Zira azabın şiddet ve za'fının ihtilaf sebeple-rinen biri idrakin kuvvet ve za'fıdır. Kuvve-i müdrike ne kadar fazla güçlü ve idrak ne kadar daha kamil ve halis olursa, elem ve derdi de o kadar fazla his ve idrak eder.
Bu ihtilafın sebeplerinden biri de harareti kabulde hissin dayandığı maddelerdir. Zira haraketi kabullenmede maddeler farklılık arzetmektedir. Mesela altın ve demir, harareti kurşun ve kalaydan daha fazla kabullenmektedir. Hakeza kurşun ve kalay da tahta ve kömürden, tahta ve kömür de et ve deriden daha olarak harareti kabullenmektedirler.
Bunun başka bir sebebi de idraki kuvvetinin mahall-i kabul (harareti kabullenen mahal) ile varolan irtibatının şiddetli olmasıdır. Mesela insanın beyni kemiklerden daha az harareti kabul ediyor olmasına rağmen, teessür ve etkilenmesi daha fazladır. Zira idrak kuvveti beyinde daha güçlü ve hassastır.
Bunun başka bir sebebi de bizzat hararetin kendi noksanlık ve kemalidir. Mesela, eğer haraket 100 derece olursa 50 derecelik haraketten daha fazla elem vermektedir.
Bunun başka bir sebebi de hararetin fail maddesi ile harareti kabullenen madde arasında irtibatın farklılığıdır. Mesela ateşin ele yakın olması ile ele değmesi arasında oldukça büyük farklılık vardır.
Bütün bu zikredilen beş sebebin hepsi de bulunduğumuz alemde tam anlamıyla nakıs ve noksandır. Ama ahiret aleminde tam anlamıyla kuvvetli ve kamildir. Bu alemde varolan bütün idraklerimiz nakıs, zayıf ve zikri bahsin uzamasına sebep olacak olan ve aynı zamanda da bu makamda zikri münasib görülmeyen birçok hicab ve perdelerle örtülüdür. Bugün gözlerimiz melekleri, cennet ile cehennemi görmemektedir. Kulaklarımız berzahı, berzah aleminde olanları kıyamet ve ehlinin sesini duymamaktadır. His ve duyu organlarımız, orasının hararetini idrak edememektedir. Bunun sebebi de bizzat kendilerinin nakıs ve noksan olmasındandır. Ehl-i Beyt'in (salavatullahi aleyhim) haber ve sözleri de ima-en veya açık bir şekilde bu mevzuya işaret ile doludur.
Ama insanın bedeni bu alemde harareti kabul etmemektedir. Bir saat bile bu dünyanın soğuk ateşinde yanacak olsa kül olur gider. Ama kadir olan Allah Teala kıyamette insanın bedenini, cehennem ateşinden (ki Cibril-i Emin'in haber verdiğine göre cehennem ehlinin 70 zer'alık zincirinden bir halkasını bu dünyaya getirecek olsalar bütün dağlar onun hararetinden erir gider) daima baki kalacak, erimeyecek ve bitmeyecek bir şekilde yaratacaktır. İnsanın kıyametteki bedeni de bu alemdeki bedeniyle kıyas edilemez.
Bu alemde nefs ile beden arasındaki irtibat da oldukça zayıf ve nakıstır. Bu alem, nefsin kendi kuvvetiyle kendisinde (alemde) zahir olmasına izin vermemektedir. Ama o alem, nefsin zuhur diyarıdır. Nefsin bedenle olan nisbeti, faaliyetin hallakiyet ile varolan nisbeti gibidir. Nitekim bu mesele kendi mahallinde sabit ve müşahhastır. Bu nisbet, nisbetler ve irtibatların en kamili ve tamam olanıdır.
Bu dünyanın ateşi, soluk ve de soğuk bir ateştir. Halis olmayan haricî maddeler ile karışık arazî (cevheri değil- Çev). birşeydir. Ama cehennem ateşi halis, katıksız, zatıyla kaim olan cevher, canlı ve irade sahibi bir ateştir ki, ehlini tam bir şuur ve idrak ile yakmaktadır. Me'mur olduğunca kendi ehlini şiddetle sıkmaktadır. Sadık-ı Musaddık Cibril-i Emin'in cehennemi vasfını okudun, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve nakledilen haberler de cehennemi vasfeden ifadelerle doludur.
Ama cehennem ateşinin bedene ilişme irtibatının bu alemde şebih ve benzeri yoktur. Bu dünyadaki tüm ateşler insanı ihata edecek olsa, sadece satıh ve yüzeysel olarak ihata edebilir. Ama cehennem ateşi batını, zahirî müdrikatı ve müdrikatla ilgili herşeyi ihata etmektedir. O öyle bir ateştir ki, kalb, ruh ve kuvveleri yakmakta ve onlarla bir nev'i ittihat ve birlik meydana getirmektedir ki bu alemde bir benzerini bulabilmek mümkün değildir.
Velhasıl malum oldu ki, bu dünyada azabın esbab ve vesileleri hiç bir surette mevcut değildir. Ne buranın maddesinin kabul liyakati vardir ve ne de hararetin faili tammul faaliye-dir ve ne de idrakler kâmil ve tamdır. Cehennemin dahi kendisinin bir tek nefesiyle yandığı ateşi ne derk edebiliriz ve ne de tasavur. Meğer ki, Allah etmesin mütekebbirlerden olalım, bu çirkin ve uygunsuz hulkumuzu ıslah edemeden bu alemden göçelim ve ahirette bizzat muayene ve müşahede edelim; "Mütekebbirlerin yurdu ne de kötüdür." (*)
(*) Nahl Suresi, 29.
Fasıl
Kibrin Bazı Sebepleri
Bil ki, daha önceden de zikredildiği gibi tekebbür etmenin sebeplerinden biri de aklın küçüklüğü, kabiliyetin zayıflığı, alçaklık, düşkünlük, sabırsızlık ve tahammülsüzlüktür. Kişi bilcümle kapasitesiz ve sabırsız bir insan olduğundan kendisinde bir kemal görünce veya bir üstünlük ve imtiyaz müşa-hade edince hemen bir mevki ve makam sahibi olduğu vehmine kapılır. Halbuki sahip olduğu her branşa ve muttasıf olduğu her kemale insaf ve ibret gözüyle bakacak olsa, kemal sandığı ve kendisiyle iftihar ve tekebbürde bulunduğu herşeyin ya aslında hiç mi hiç kemal olmadığını ya da kemal olsa bile diğer kemaller karşısında kayda değer bir değer ifade etmediğini ve zavallının suratının tokatla kıpkırmızı olduğunu (şişmanlıktan değil- çev.) hemen anlayacak, derke-decek, "şişkinliği, şişmanlık zannetmiş" olduğunun farkına varacaktır.
Mesela sahip olduğu irfan ilmi sebebiyle diğer insanlara hakaret gözüyle bakan, tekebbürde bulunan, onların kışrî (kabuğa önem veren) ve zahirî olduğunu söyleyen bir arifin; tamamıyla hakikatlerin hicabı ve yolunun engeli olan bir avuç mefhumdan, ilahî marifetlerle hiç bir ilgisi olmayan ilahiyat ve ilahî isim ve sıfatlar ilminden fersahlarca uzakta bulunan tumturaklı, debdebeli ve kandırıcı bir miktar ıstılahat ve kavramlardan başka neyi var ki? Marifetler kalbin sıfatıdır ve bu satırların yazarının inancına göre bütün bu ilimler aslında amelîdir, mefhumları bilmek ve kendinden habire ıstılah ve kavramlar çıkarmak değil. Ben kısa ve her-şeyden habersiz yaşadığım bu ömrümde dahi ıstılahî arifler ile sair ilimlerin alimleri arasında öyle şahıslar gördüm ki, irfan ve ilmin hakkına andoîsun ki bu ıstılah ve kavramlar onların kalbine olumlu yönde etki etmemiş, belki tam tersi yönde tesir ettiği bile olmuştur.
Ey aziz, ilahî irfan, senin de dediğin ve kabullendiğin gibi, kalbi, ilahî esma ve sıfatların tecellisi, zatı-ı mukaddesin cilvesi ve hakiki sultanın giriş mahalli kılmaktadır ki, tüm eserleri mahvetmekte, renkleri silmekte, makam ve mevkileri, büyüklük ve ululanmaları tamamıyla yok etmektedir; "Şüphesiz ki padişah ve melikler hir şehre girdiler mi o şehri harab ederler ve halkının azizlerini zelil bir hale getirirler.." (*)
(*) Nemi Suresi, 34.
Kalbi, Ahmedî tevhide erdirir. Öyleyse niçin kalbini cemalinde mahvetmiş, renkleri daha da bir arttırmış, makam ve mevkileri büyüklük ve yücelikleri çoğaltmış, kendini Hakk Teala'dan ve isimlerinden mahrum bırakmış, kalbini şeytanın barınağı kılmışsın ve de Allah'ın kullarına, Hakk dergahının hasslarma ve mahbubun cemalinin cilvelerine tahkir ve aşağılık gözüyle bakıyorsun? Eyvahlar olsun senin gibi arifin haline ki, herkesin halinden daha kötü bir hale sahipsin, hüccet sana tamam olmuş, hiç bir özür ve mazeretin de kalmamış! Sen Hakka'a tekebbür ediyorsun, O'nun mukaddes zatının tecellilerine, sıfat ve isimlerine karşı firavunluk taslıyorsun!
Ey mefhumlar talibi, ey hakikatleri kaybetmiş zavallı, biraz olsun düşün. Marifetlerden neye sahip olduğuna bir bak. Hakk ve sıfatları hususunda kendinde ne gibi bir eser görü-yorsun?Musiki ve müzik ilmi belki senin ilminden daha da dakiktir. Hey'et, mekanik, riyazî vs. tabiî ilimler de ıstılahlar ve dikkat açısından senin ilminle omuz-omuzadır. Onlar insana ilahî irfan hibe etmedikleri gibi, senin ilmin de ıstılahlar hicabı, mefhumlar ve itibarlar perdesi arkasında kaldığı müddetçe ne bir keyfiyet ve ne de bir hal verebilir insana. Belki ilim kanununda, tabiî ilimler ve ilm-i riyazî dahi sizin ilimlerinizden daha iyidir. Zira o ilimler bir netice vermektedir, ama sizlerin ilmi hiç bir müsbet netice vermediği gibi belki bazen aksi netice vermektedir.
Mühendis, hendese ilminin neticesini ve sarraf da kendi sanatının neticesini almaktadır. Ama sizler, dünyevi neticeden mahrum kaldığınız gibi marifetlere de ulaşamamış bulunmaktasınız. Belki sizin hicablarımz daha da bir galiz ve kalındır. Hazret-i esma ve sıfatlar hususunda bir söz işitince sonsuz bir kesret canlanmaktadır gözünüzde. Dolayısıyla da bu ıstılahlar sayesinde hakikatlere ve marifetlere ulaşamadığınız gibi, bizzat bu ıstılahlar, hak alimlerine karşı tekebbür ve iftihara da sebep olmaktadır. Kalbî bulanıklık ve kirlilikleri arttıran marifet, marifet değildir. Eyvahlar olsun o marifetlere ki, sonunda sahibini şeytanın varisi kılmaktadır. Kibir, şeytanın ahlakî özelliklerinden biridir. O senin baban Adem'e karşı tekebbür etti ve dergâhtan kovuldu. Sen de tüm Adem ve ademoğullarma karşı tekebbür ettiğinden, kovulmuş ve tardedilmişsin... Şimdi gel de diğer ilimlerin halini bir düşün! Hekim eğer gerçekten de hekim ise, halk ile Hakk ve Hakk ile kendisi arasında varolan nisbeti anlamış ve derketmişse kibriya ve ululuk onun kalbinden dışarı çıkar ve nihayet özgür olur. Ama bu mefhumlar ve ıstılahlar talibi zavallı, hikmetin bunlardan ibaret olduğunu ve hekimin de bunları bilen insandan ibaret olduğunu zannetmiştir. Bazen de kendisinin vacip sıfatlarla muttasıf olduğunu söyler. He-kim'in Hakkın sıfatlarından biri olduğunu ifade eder; "Hikmet (kendisini) ilaha benzetmektir. (İlahî ahlakla ahlaklan-maktır. Çev.)"
Bazen de kendisini enbiya ve mürselin zümresindenmiş gibi göstermeye çalışır, "Onlara kitap ve hikmeti öğretir." (*) ayetini tilavet edip durur. Bazen de "hikmet mü'minin yitiğidir" hadisini ve "Ve kime hikmet ihsan edilirse şüphesiz ki o çok hayra nail olmuş demektir." (**) ayetini kıraat eder. Halbuki kalbi hikmetten habersiz, hayırlardan fersahlarca uzak ve hikmetten mahrumdur.
(*) Bakara, 129.
(**) Bakara, 269.
İlahî hekim ve büyük İslam filozofu Muhakkik Damad (ra) buyuruyor ki, "Kekim o kimsedir ki, beden kendisi için bir elbise gibi olsun. İstediği anda onu soyup çıkarabilsin." O ne diyor, biz ne diyoruz? O hikmetten ne anlamış ve bizler ne anlıyoruz? Öyleyse sen ki, birkaç mefhum ve bir avuç ıstılah ile övünüyor ve insanlara üstünlük taslıyorsun, bu senin kapasitesizliğini, tahammülünün azlığını ve kabiliyetinin noksanlığım göstermektedir.
Kendisini mahlukatın mürşid ve hidayetçisi bilenlerin ve varlığım tasavvuf makamında karar kılanların hali bu ikisinden daha kötü, tekebbür ve nazı da daha fazladır. Bu iki grubun ıstılahlarını çalmış, kendi pazarının cinslerine şöyle bir çeki düzen vermiş, Allah'ın kullarının kalbini Hakk'tan döndürerek kendisine cezbetmiş, o saf ve sade zavallıyı alimlere ve diğer insanlara karşı kötümser kılmış, kendi pazarını genişletmek için, anladığı veya anlamadığı bir avuç cazib ve ilgi çekici ıstılahı zavallı halka yutturmuş ve "şaha mec-zub"„ "şaha mahbub" lafzıyla cezbe ve hübb halinin elde edileceğini zannetmiştir.
Ey dünya talibi ve mefhumlar hırsızı! Seni bu işinin o kadar da kibir ve iftihar edilecek yanı yoktur. Zavallı seni. Sabırsızlık ve aklının küçüldüğünden bazen sen de oyuna geliyor, kendinin bir makam sahibi olduğunu düşünüyorsun. Nefs ve dünya sevgisi, çalıntı malı mefhumlar, nisbetler ve itibarlarla eklenmiş ve uygunsuz bir netice vermiştir. Bunların inzimam ve eklentisiyle de ilginç ve acaib bir macun vücuda gelmiş, sen de kalkmış kendini bütün bu ayıplara rağmen mahlukatın mürşidi, ümmetin necatının hidayetçisi ve şeriat sırrının sahibi ve belki bazen daha da bir küstahlaşa-rak, velayet-i külliye makamının maliki olduğunu düşünüyorsun. Halbuki bu da istidad ve kabiliyetin eksikliği, göğsün darlığı ve kalbin genişlikten mahrum olmasındandır.
Sen; fıkıh, hadis ve diğer şer'i ilimlerin talebesi de usul ve hadis ilminde sana öğrettikleri bir avuç ıstılahtan başka bir-şey bilmiyorsun. Eğer baştan sona amelle ilgili bulunan bu ilim de sen de bir şeyler oluşturamamış, nefsini ıslah etmemiş, tam tersine ahlakî ve amelî fesadlar vücuda getirmişse senin işin zordur ve diğer ilimlerin alimlerinden daha aşağı ve değersiz sayılırsm.belki sıradan insanlardan da daha aşağısın. Bu arızî mefhumlar, harfi manalar, Allah'ın diniyle hiçbir ilgisi olmayan ve ilmî semereleri var diye tavsif edebileceğin bir ilimden dahi sayılamayacak olan faydasız niza ve ihtilaflar için bunca naz ve tekebbür de neyin nesi? Allah şahiddir ki eğer ilmin neticesi bu olursa ve sana hidayet etmez, ahlakî ve amelî fesadlan senden uzaklaştırmazsa, en aşağılık ve iğrenç iş ve mesleklerden daha aşağı ve iğrençtir.
Zira bu iş ve mesleklerin seri ve acil neticeleri vardır. Dünyevî-uhrevî fesadlan da daha azdır. Ama zavallı sen günah ve vebalden başka bir netice elde edemezsin, ahlakî fesadlar ve uygunsuz amellerden başka bir şey hasılın olmaz. Öyleyse senin ilmin de ilmî itibar nazarıyla dahi bakacak olursan hiç bir değer ifade etmemekte ve dolayısıyla tekebbür edilecek bir yönü bulunmamaktadır. Ama ilmî ufukların oldukça dar ve küçük olduğundan hemen birkaç kavram ve ıstılah öğrenince kendini alim, halkı ise cahil görmeye başlıyorsun. Mu-karreb meleklerin kanadını ayakların altına seriyor, meclislerde yeri, sokaklarda ise yolu Allah'ın kullarına daraltıyor, küçültüyorsun.
Bunlardan daha aşağı ve düşük olanı ise mal, evlad, akraba ve taifesi gibi dış ve haricî işlerde tekebbür eden kimsedir. Zavallı, ademi ahlak ve insanî edeblerin hepsinden mahrum ve uzaktır. Eli tüm ilim marifetlerden boştur. Ama elbisesi koyun yününden ve babası falan oğlu filan olduğu için insanlara tekebbürde bulunuyor. Ne kadar küçük bir aklı, dar ve karanlık bir kalbi var ki, tüm kemalleri terketmiş, güzel bir elbise ile kanaat etmekte, tüm güzellikleri külah ve aba ile değişmektedir. Zavallı, hayvanî bir makam ve hayvani lezzetlerle iktifa etmiş, akıldan yoksun bir suret ve hakikatten mahrum bir şekil karşılığında tüm insanî mevki ve makamları terketmiş, kendisinin bu vasıfla makam sahibi biri olduğunu zannetmektedir. O kadar aşağılık ve liyakatsizdir ki, birisi ondan dünyevî olarak bir derece yukarıda olsa, ona kölenin efendisine davrandığı gibi davranmaktadır.
Elbette ki, tüm arzu ve gayesi dünya olan kimse, dünyanın kulu ve ehlidir. Taptığı şey (dünya) kimin yanındaysa onun önünde zelil ve hakir düşmektedir.
Velhasıl tekebbürün en kuvvetli sebeplerinden biri, fikir ufuklarının küçüklüğü ve kabiliyetin eksikliğidir. Kemal olmayan veya tam bir kemal olmayan şeyler ona şiddetli bir şekilde tesir etmiş ve onu ucb ve kibre zorlamıştır. Dünya ve nefis sevgisi fazla olan kimselerden hu denilenler daha fazla tesir uyandırmaktadır.
Fasıl
Tekebbürün Tedavisi
Şimdi de kibrin fesadlannı bildiğin için, nefs ilacını bulmayı düşün. Himmet kemerini kuşan. Kalbi bu bulanıklardan ve gönül aynasını bu galiz tozdan temizlemeye çalış. Eğer nefs kuvveti ve kalb genişliğine sahip isen, dünya sevgisi kalbinde kök salmamışsa, dünya güzellikle kalbinde fazla cilve etmemiş, insaf ve ibret alma gözün açık ise önceki fasılda beyan edilenler en iyi ilmî ilaç konumundadır.
Ama eğer bu merhalede de kendine gelmezsen biraz da kendi haletlerini düşün, belki kalbin uyanır da kendine gelirsin. Ey ilk önceleri bir hiç olan ve sonsuz yılların yokluk gizinde saklı duran insan! Yokluk ve vücud sayfasında mahvolmaktan daha değersiz ne olabilirdi ki? Hakkın iradesi seni yaratmayı dileyince, kabiliyetin nakıs, alçak ve değersiz olduğundan ve feyz-i ilahiyi kabullenme isti'dadından mahrum bulunduğundan seni salt kuvve ve za'fdan ibaret olan alemin heyulasından, mevcudun ve kainatın en alçak ve değersiz varlığı olan cismî ve unsurî bir şekle büründürdü, oradan da bir nutfe -ki elinle dokunacak olursan şiddetle tiksinir ve hemen büyük bir zahmetle de olsa temizlemeye çalışırsın- haline getirdi ve seni oldukça dar ve pis bir yerde (kadın ve erkek cinsel organlarında) karar kıldı.
Daha sonra da idrar mecrasından fec'i ve çok çirkin bir halde anne rahmine yerleştirdi ve seni, adını dahi anmaktan nefret ettiğin bir menzilde müstakar kıldı. Orada da seni kan pıhtısı ve bir parça et haline getirdi ve seni adını duymaktan dahi korktuğun gıda ve besinlerle besledi ve büyüttü. Bütün bunlardan utanman, ar etmen gerekir. Ama herkes bu belalara duçar olduğundan artık utanç ve ar da kendiliğinden kalkmış oluyor: "bela umumî olursa güzeldir."
Sen bütün bu merhalelerin hepsinde de mevcudatın en rezil, zelil ve alçağı durumundaydın. Zahirî ve batını bütün idraklerden yoksun ve tüm kemallerden beri idin. Daha sonra kendi geniş rahmetiyle sana hayat bağışladı. Hayat ortamında bir kurtçuktan daha aşağı ve nakıs olduğun halde sana hayat verdi. Kabiliyetinin noksanlığı ve kendi rahmetinin genişliği ile sende hayatı ve hayati özellikleri daha da bir fazlalaştırdı. Dünya muhitine gelme liyakatini elde edince de seni en alçak mecralar ve en rezil haletlerde bu fezaya soktu. Halbuki tüm kemaller ve hayati özelliklerde diğer tüm hayvanların yavrusundan daha zayıf ve değersiz idin. Daha sonra da kamil kudretiyle seni zahirî ve batmî kuvvelerle donattı ama yine de o kadar değersiz ve zayıfsın ki, kuvvelerinden hiçbiri senin tasarrufunda değildir. Kendi sıhhatini dahi hıfzedemiyor, kudret ve hayatını koruyamıyor sun.
Gençliğini ve cemalini hıfzedemiyorsun. Eğer bir afet ve hastalığa müb-tela olursan onu kendinden def edemiyorsun. Bilcümle kuvvelerinden" hiçbirinin şekil ve itibarlarına dahi sahip de Eğer bir gün aç kalacak olursan en kokmuş murdarı bile yemekten çekinmezsin. Eğer susayacak olursan en pis ve kokmuş suyu bile rahatça içmeye kalkışırsın. Velhasıl tüm hususlarda zelil ve çaresiz bir kulsun ki, hiçbir şeye kadir değilsin. Vücud ve vücudun kemallerinde sahip olduğun hisseyi, diğer mevcudatın sahip olduğu hisselerle mukayese edecek olursan, senin ve bütün yeryüzünün, belki bütün güneş sisteminin en alçak ve basiti tüm neş'etlerin en küçüğü olan cismanî alem mukabilinde hiçbir değer ifade etmediğini, hissedilir bir öneme sahip bulunmadığını göreceksin.
Azizim, kendinden başkasını görmemiş, gördüğün şeylere ise ibret ve muvazene gözüyle bakmamışsın. Hayatta sahip olduğun hayatî itibarlar ve dünyevî zinetleri şehrinle, şehrini ülkenle ve onu da yüzde birini dahi görmediğin dünya ülkeleriyle mukayese et. Tüm ülkeleri yeryüzüyle, yeryüzünü güneş manzumesi ve güneşin nurlu ışığından faydalanan geniş kürelerle, benim ve senin fikir muhitinden hariç olan güneş manzumesini de diğer manzumelerle kıyas et ki bizim güneşimiz tüm gezegenleriyle, onlardan birinin tek bir gezegeni kadar dahi değildir. Onlardan hiçbiri bizim güneşimiz ve gezegenleriyle kıyas dahi edilemez. Dediklerine göre şimdiye kadar keşfedilenler bilmem kaç milyon kehkeşandır ki, bu küçük ve yakın samanyolunda bile bilmem kaç milyon güneş sistemi'vardır. Onlardan en küçüğü ise bizim güneş sisteminden milyonlarca defa daha büyük ve nuranîdir. Bunların tümü cismanî acemdir ki, miktarını onların halik ve yaratıcısından başka hiç kimse bilmemektedir. Keşf erbabı olanlar ondan sadece az bir bölümünü keşfedebilmişlerdir. Tüm cisimler alemi ise tabiat ötesi alem mukabilinde hiç bir değer ifade etmemektedir. Orada öyle alemler vardır ki, beşerin akıl ve havsalasına dahi sığmaz.
Bütün bunlar, hayatımızın itibarları ve bu vücud aleminde sahip olduğumuz hisselerdir. Allah Teala senin bu alemden alınmanı irade edince de tüm kuvvetlerine zayıflamalarını, tüm idraklerinin çalışamaz hale gelmelerini emreder. Vücud fabrikam bozmalarını buyurur. Duyu ve görme organları ile kuvvet ve kudretini alınca da sen bir cemad haline gelirsin ve birkaç gün geçmeden çıkaracağın koku tüm halka eziyet eder. Suret ve heyetin insanların kaçacağı bir hale gelir. Tüm ecza ve azaların kısa bir müddet sonra dağılır, darmadağın olur. Bunlar senin cisminin akıbeti, mal, akraba ve çocuklarının hali ise mal'undur.
Ama eğer berzahının ıslah edememişsen, Allah biliyor, orada nasıl bir suret ve halete sahipsin. Bu alemin ehlinin idrakleri, bu suret ve halin keyfiyetini ve niteliğini derkten acizdir. Zulmet, korku ve kabir azabı hakkında her ne işittiy-sen bu alemin karanlık, korku ve azablarıyla mukayese ediyorsun. Halbuki bu kıyas batıldır. Kendi ihtiyarımızla kendimiz için o alemde hazırladığımız şeyler sebebiyle Allah feryadımıza yetişsin. Kabir azabı ahiret azabının çok bariz bir numunesidir. Bazı rivayetlerden de anlaşıldığı üzere orada şefaatçilerden de mahrum bulunmaktayız. Nasıl bir azab olduğunu sadece Allah biliyor. Bizim ahiretteki neşet halimiz, adı geçen hallerden daha kötü ve korkunçtur. O gün hakikatlerin zuhur ettiği gündür. Sırların keşfedildiği gündür. Ameller ve ahlakın tecessüm ettiği gündür. Hesaba erişme günüdür. Cehennem duraklarında zillete duçar olunduğu gündür. İşte bunlar da kıyametin hali.
Ama kıyametten sonra olan cehennemin hali ise zaten malumdur. Cehennem hususunda birşeyler işitiyor ve biliyorsun. Cehennem azabı sadece ateş değildir. Yüzüne öyle korkunç bir kapı açılacak ki, eğer bu alemde açılacak olsa tüm dünya ehli helak olur. Aynı şekilde bir cehennem kapısı kulağına ve biri de burnuna açılacak ki, bunlardan herhangi biri bu dünya ehli için açılacak olsaydı şiddetli azabı yüzünden hepsi helak olurdu.
Ahiret alimlerinden biri diyor ki, cehennem ateşi sonsuz şiddetli olduğu gibi, soğuğu da oldukça şiddetlidir. Allah Te-ala soğuk ve sıcağı bir araya toplamaya da kadirdir. Bu da akıbetimizin hali! Öyleyse işinin evveli sonsuz yokluk, vücuda geldiği andan itibaren tüm haletleri çirkin ve kabih, tüm hal ve durumu utanç verici, dünya berzah ve ahireti, biri diğerinden daha feci ve rezalet olan bir kimse neyi ile tekebbür ediyor? Hangi cemal ve kemal ile iftihar ediyor?
Öyleyse anlaşıldığı üzere tekebbür sonsuz cehalet ve bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Her kimin cehaleti fazla ve aklı az ise kibri daha fazladır. Ve aynı şekilde her kimin ilmi daha fazla, ruhu daha büyük ve göğsü daha geniş ise daha çok mütevazi ve alçakgönüllüdür.
Rasulullah (sav)'in ilmi ilahî vahiyden kaynaklandığından ve ruhu da oldukça büyük olduğundan tek başına milyarlarca insanın ruhiyatına galib geldi. Tüm cahili adetleri ve batıl dinleri ayaklar alfana aldı. Tüm kitapları neshetti ve nübüvvet dairesinin hatmini mübarek vücudu kıldı. Dünya ve ahiretin sultanı ve Allah'ın izniyle tüm alemlerde tasarruf sahibi biriydi, ama buna rağmen herkesten daha fazla mütevazi idi. Ashabın kendisine ihtiram için ayağa kalkmasını kerih görüyordu. Bir meclise girdiğinde daima alt köşede otururdu. Yemeğini yerde yer ve yerde otururdu ve "ben de bir köle gibiyim, bir köle gibi oturur ve bir köle gibi de yerim..." derdi.
Hz. Sadık (as)'dan nakledildiği üzere Rasulullah (sav) palanı olmayana merkebe binmeyi severdi ve Allah'ın kullarıy-la daima alçak bir yerde oturur, yemek yerdi. Fakirlere iki eliyle ihsanda bulunurdu. O hazret merkebe biniyor ve kendi kölesi ile veya diğer kölelerle bir arada oturuyordu.
Ailesine ev işlerinde yardımcı olmak, hazretin siyeri ve adetiydi. Kendi mübarek eliyle koyunları sağıyor, elbise ve ayakkabısını dikiyordu. Kendi kölesiyle el değirmenini çeviriyor ve hamur yoğuruyordu. Kendi geçimini kendisi sağlıyor, fakir ve miskinlerle oturuyor ve onlarla yemek yiyordu. Bunlar ve bunlardan daha büyük işlerin tümü o hazretin siyeri, ahlakı ve tevazusudur. Halbuki manevî makamların yanısıra hazretin zahirî saltanat ve riyaseti de kemale ermişti.
Aynı şekilde, Ali b. Ebi Talib de (salavatullahi aleyhi) o büyük zata uymuş ve tamamıyla Rasulullah (sav)'m ahlakıyla ahlaklanmıştı.
Öyleyse ey aziz, eğer tekebbür manevi kemal içinse, onun manevi kemali herkesten daha fazlaydı, eğer riyaset ve saltanat içinse o da buna sahipti. Ama buna rağmen herkesten daha çok mütevazı idi. Öyleyse bil ki tevazu, ilim ve marifetin ürünüdür. Kibir ve tekebbür ise cehalet ve bilgisizliğin. Bu cehalet, ar ve aşağılık utancını kendinden uzaklaştırır. Enbiyanın sıfatıyla muttasıf ol, Hakk ile çekişen kimse ise O'nun gazabına uğrayıp ateşe girecektir.
Eğer nefsini ıslah etmeyi istersen onun amelî ve pratik yolu da az bir dikkat ve kollama ile oldukça kolay ve rahat bir hale gelmektedir. Bu yolda erkekçe himmet, fikir hürriyeti ve görüş yüceliği sayesinde hiç bir tehlike ile karşılaşmazsın. Nefs-i emmareyi altetme, nefse galebe çalma ve insanın necat yolu, onların arzu ve isteklerinin hilafına davranmaktır.
Nefsi yok etmek için tevazu sahibi kimselerin sıfatıyla muttasıf olmak ve onlar gibi davranmaktan daha iyi bir yol yoktur. Tekebbürün hangi mertebesinde bulunursan bulun ve hangi ilmî, amelî ve diğer dalların ehli olursan, ol, bir müddet nefsanî arzularının hilafına hareket et. İlmî uyanıklık ve dünyevî-uhrevî akıbeti tefekkür neticesinde yolun kolay ve rahat olması ve güzel bir sonuç elde etmen ümid edilir. Eğer nefsin senden meclisin baş köşesinde oturmanı ve başkalarından öne geçmeni temenni ederse sen bunun hilafına davran.
Eğer nefsin fakir ve miskinlerle oturmayı ar kabul ediyorsa sen onun burnunu yere sürterek fakirlerle otur, onlarla yemek ye, yolculuk et ve onlara katıl, Nefsin bazen de münazara yoluyla önüne çıkıp der ki, "sen makam sahibisin, şeriatın yayılması ve tebliği için makamını hıfz etmen gerekir, fakirlerle oturmak senin kadr-u menziletini kalplerden siler. El altındaki kimselere karışmak insanı hafif kılar. Meclislerde oturmak senin makamını küçültür, o zaman da kendi şer'î vazifelerini hakkıyla yerine getiremezsin." Bil ki bütün bunların hepsi şeytanın tuzakları ve nefsin hileleridir. Resul-i Ekrem (sav) dünyadaki makam ve mevkisi senden daha fazlaydı. Siyer ve yaşam tarzı da okuduğun gibiydi.
Ben kendi zamanımdaki bazı alimleri de bizzat gördüm ki, bir memleketin veya şia beldesinin tam riyasetine sahip oldukları halde siyer ve davranışları Rasulullah'mkinin aynısıydı.
1340 yılından 1355 yılına kadar şia nahiyesinin tam riyaseti ve kamil merciiyeti makamına sahip olan Üstad-ı Azzam ve Fakih-i Mükerrem Hacı Şeyh Abdülkerim Yezdî Hairî'nin nasıl bir ahlak ve siyere sahip olduğunu hepimiz gördük. Hizmetçi ve uşağı ile birlikte oturur yemek yerdi. Yere oturur ve küçük talebelerle ilginç bir şekilde kaynaşır, onların arasına katılırdı. Son yıllarda epey yaşlanınca da akşam namazından sonra cübbesiz, başına sade bir parça sarmış, ayağına çarık giymiş vaziyette sokaklarda yürüyordu.
Kalplerdeki makamı daha da bir büyümekteydi ve bu işleri yüzünden makamına hiç bir zarar gelmiyordu.
Bu merhumun dışında Kum'un bazı oldukça muhterem alimleri de vardı ki, şeytanınızın sizler için yonttuğu bu kayıtlardan hiç birisi onlarda yoktu. Kendi ihtiyaçlarını bizzat kendileri pazardan alıyor, sarnıçlardan su çekiyor, ev işlerinde ailelerine yardımcı oluyorlardı.
Onların pak nazarında mukaddem ve muahher ile baş ve alt köşenin hiçbir farkı yoktu. Mütevazi insanların alçakgönüllü oluşları insanı şaşırtıyordu. Ama buna rağmen makamları mahfuz idi ve kalplerindeki yerleri gittikçe daha da bir büyüyordu.
Velhasıl Nebiyy-i Ekrem (sav)'in ve Ali b. Ebi Talib'in (as) sıfatı insanı küçük kılmamaktadır. Ama burada nefsine ettiğin muhalefette de oldukça dikkatli ve uyanık olmalısın. Zira bazen nefs insan için başka bir yoldan tuzak hazırlamakta ve insanı gafil avlayarak sırt üstü yere vurmaktadır. Mesela bazılarını görürsün, meclisin en alt köşesinde öyle bir otururlar ki, orada hazır bulunanlara, "benim makam ve mev-kim buradan çok daha yüksek ve yücedir. Ama ben tevazu gösteriyorum" demek ister. Makamı belli olmayan biri kendisinden önce geçirilince, güya bu yanlışlığı ortadan kaldırmak ve bunun sadece tevazudan olduğunu göstermek için makamı nisbeten düşük olan diğer birini de kendisinden önce geçirir. Bunlar ve buna benzer binlercesi hep nefsin hileleridir. Bütün hunlar ise kibri fazlalaştırmak ve buna da riyakarlık ve dalkavukluğu ilave etmektir.
Halis bir niyetle mücahedeye girişmek gerekiyor. Elbette o zaman nefs mutlaka ıslah olacaktır. Tüm nefsanî sıfatlar, ıslah edilir cinstendir. İlk önceleri biraz zordur. Ama ıslah'a kalkıştın mı rahat ve kolay bir hale gelir. Asıl olan insanın tasfiye ve ıslaha niyetlenmesi ve uykudan uyanmasıdır. İnsanlığın ilk menzili "yakza," "uyanmak"dır. İnsanın gaflet uykusundan uyanması ve tabiat sekrinden kendine gelmesidir. İnsanın, kendisinin bir yolcu olduğunu ve yolculukta insana azık ve binek lazım geldiğini, azık ve bineğin ise insan-nm kendi hasletleri olduğunu bu tehlike ve korku dolu seferin bu karanlık, oldukça dakik, kılıçtan daha keskin ve kıldan daha ince yolun merkebinin ise erkeklik himmet ve gayreti olduğunu bu karanlık yolun nurunun ise iman ve övülmüş hasletler olduğunu anlamasıdır. Eğer gevşeklik eder ve gecikirse bu sırattan geçemeyip yüzüstü ateşe düşecektir. Zillet toprağıyla yeksan olacak ve helaket uçurumuna yuvar-lanacaktır. Bu sırattan geçemeyen insan, ahiret sıratından da asla geçemeyecektir.
Ey aziz! Cehalet ve bilgisizlik perdesini yırt.
Bu korkunç uçurumdan kendini kurtar. Muttakîlerin mevlası ve bu yolun tek salihi ve gerçek kılavuzu mescidde feryad ediyordu. Öyle ki, mescide yakın olanların tümü bunu açıkça duyuyordu. "Mücehhez olun. Allah sizlere rahmet etsin, şüphesiz ki sizler bir yolculuğa çağrılmışsınız." (*)
(*) Nehcu'1-Belağa-i Feyz, 195. hutbe.
Sizler için en iyi ahiret teçhizatı ise nefsanî kemaller, kalb takvası, salih ameller, batın temizliği ile ayıb ve pislikten beri bulunmaktır.
Farzen şekli ve nakıs bir iman ehli bile olsan saadettiler ve salihler zümresine katılmak için bu pisliklerden temizlenmen ve halis olman gerekiyor. Bu manevî pisliklerin giderilmesi ise tevbe ve pişmanlık ateşi, nefsi kınamak ve melamet ocağına atmak, pişmanlık ateşiyle yakıp yok etmek ve Allah'a dönmek iledir. Bu işi bu dünyada kendin yap. Aksi takdirde ilahî azab ocağında "Allah'ın yakılmış ateşi" (*) kalbini yakar, eritir. Ve bu ıslahın ahiret asırlarıyla kaç asır çekeceğini ise Allah biliyor. Ama bu dünyada temizlenmek ve ıslah olmak kolaydır. Bu neş'ette değişiklik ve tağyirat, oldukça seri ve çabuk gerçekleşmektedir. Ama o alemde tağyir ve değişiklik başka bir şekilde vaki olmakta ve nefsin melekelerinden bir tek melekenin zevali asırları almaktadır.
(*) Hümeze Suresi, 6.
Öyleyse ey kardeş, ömür, gençlik, kuvvet ve ihtiyarın elinde baki bulunduğu müddetçe kendi nefsini ıslah etmeye çalış. Bu makam ve şereflere önem verme. Mümkündür ki, şeytan bu rezile diğer rezailden daha çok önem vermiş olsun. Bu onun bir sıfatı olduğundan ve Allah'ın dergahından kovulmasının sebebi bu bulunduğundan, arif, sıradan halk, alim ve cahili de kendisine yoldaş kılmak istiyor. O alemde kendisini bu rezil melekeyle karşılayınca onun da melameti-ne uğramanı arzu ediyor. Der ki, ey ademoğlu! Enbiyalar sana demediler mi ki, ben Hakk dergahında baban Adem'e tekebbürde bulunduğum için kovuldum. Adem'in makamını tahkir ve kendi makamını büyüttüğüm için de mel'un oldum. Ama sen niye kendini bu rezilliğe mübtela kıldın?
O zaman zavallı sen, azabların, belaların, hasletlerin ve nedametlerin (ki insan bunları duymak bile istemiyor) yanı-sıra mahlukların en zelili ve mevcudatın en aşağısı tarafından eleştirilecek, kınanacaksın.
Şeytan Allah'a tekebbür etmemişti ama Hakkın mahluku için kibirlenmiş tekebbür etmiş ve şöyle demişti: "Beni ateşten, onu ise balçıktan yarattın." (*)
(*)A'raf Suresi, 12. 148
O, kendisini büyük, Adem'i ise küçük saydı. Sen de ade-moğullarını küçük, kendini ise büyük sayıyorsun. Sen de; "Alçakgönüllü ol. Allah'ın kullarına tevazu göster" diyen ilahî emirlere muhalefet ediyor ve tekebbürde bulunuyorsun. Üstünlük taslıyorsun. Öyleyse sadece niçin şeytana lanet ediyorsun? Habis nefsine de lanet etsene. Nitekim onunla bu rezil haslette de ortak değil misin? Sen şeytanın mazharla-rmdansın. Mücessem şeytansın. Belki berzahî ve kıyameti suretin de şeytandır. Ahiret suretlerinde mizan ve ölçü nefs melekeleridir. Ahiret aleminin ölçü ve mizanları burada olanlardan başkadır.
Fasıl
Hasedin de Bazen Tekebbürün Mebdei Olduğu Beyanında
Bil ki, bazen bir kemale sahip olmayan kimse de kemal sahibi olan kimseye tekebbürde bulunabilir. Mesela, fakir zengine ve cahil alime karşı kibirlenebilir. Bilinmelidir ki, bazen ucb tekebbürün mebdei olduğu gibi, bazen de hased tekebbürün mebdei olabilir. İnsan kendisinin sahip olmadığı bir kemali diğerlerinde görünce ona karşı hasette bulunabilir. Bu da o kimseye karşı tekebbürde bulunmasına ve neticede onu zelil ve hor kılmaya çalışmasına sebep olabilir.
Kafî'yi şerifte Hz. Sadık'ın (as) "kibir, halktan her sınıfın kötü ve şerir fertlerinde bulunur" diye buyurduğu yer almıştır. Hazret daha sonra şöyle buyuruyor: "Rasulullah (sav) Medine sokaklarının birinden geçiyordu. Siyah bir kadın da yolun üstünde durmuş hayvan gübresi topluyordu. Kendisine, 'Rasulullah'ın yolu üzerinden çekil' denilince 'yol geniştir' diye cevap verdi. Ashab kadına taarruzda bulunmaya kalkışınca, Peygamber, 'Onu bırakın, zira o bir mütekebbir-dir.' (*) diye buyurdu.
(*) Kafi, 2. C, Kitabu'1-İman ve'1-Küfr babu'1-kibr, 2. hadis.
Bazen de kibir, ilim sahibi kimselerde ortaya çıkmaktadır. Bunlar da tevazünün zenginler için güzel olmadığından dem vururlar. Nefs-i emmare ona zenginler için tevazünün imanı eksilttiğini söyler durur. Zavallı, zenginlere zenginliği için tevazu ile gayrisi arasında hiç bir fark bırakmamaktadır. Bazen dünya sevgisi, mevki ve makam arzusu insanı mütevazi olmaya zorlar. Bu hulk, tevazu değildir. Bu, dalkavukluk ve yağcılıktır. Nefsanî rezailden biridir. Bu hulkun sahibi fakirlere hiç mi hiç tevazu göstermez. Meğer ki, onlarda bir fayda ve menfaatin var olduğunu görsün.
Bazen de tevazu hulku, insanı başkalarına karşı ihtiramlı ve alçakgönüllü olmaya davet eder. Fakir olsun veya zengin tamah nazarı olsun veya olmasın. Yani onun tevazusu gösterişten uzaktır. Ruhu temiz ve paktır. Makam ve şeref sevgisi kalbini kendisine cezbedememiştir. Bu tevazu fakirler için iyi olduğu gibi, zenginler için de iyidir. Herkese kendine yakışır bir şekilde ihtiram göstermektedir. Ama senin makam ve şeref sahibi kimselere tekebbürde bulunman ve onları tahkir etmen sadece dalkavukluk ve yağcı bir kimse olmadığın için değildir. Belki bu, hased ettiğinden dolayıdır. Çok büyük hata ediyorsun. Dolayısıyla, o kişi sana beklenmedik bir şekilde ihtiram edecek olursa o zaman sen de hemen tevazu gösterecek ve ihtiramda bulunacaksın. Velhasıl nefsin hile ve şaheserleri o kadar dakik ve gizlidir ki, insanın Allah'a sığınmaktan başka çaresi yoktur. "Başta da sonda da hamd Allah'a mahsustur."